Kaçış

21 Eylül 2017

Uyandım. Yatak odası, mutfak-salon ve banyo-tuvaletten oluşan minik evimde, üzerimde sadece donla yataktan kalktığım gibi banyo-tuvalete seyirttim.

Çişti, duştu, dişti, saç kurutmaydı derken ne kadar oyalandım bilmiyorum ama hadi çıkıp biraz da muhteşem evimin muhteşem mutfağının muhteşem masasında sigara içip zaman öldüreyim dedim.

Elimi kapı koluna attığımda kol boşa çıktı. Önce anlam veremedim. Bir kaç kere daha denedim. Ve sonunda kapı kolu elimde kaldı.

İçeriye doğru açılan bir kapının önünde,
havalandırmayı otomatik olarak çalıştıran spot ışıklarını sevmediğim için sadece ayna ışığında ve dahi buhara bulanmış bir ortamda,
pencerenin olmadığı üç-dört metrekarelik (ki daha sonra net olarak kaç metrekare olduğunu hesapladım) banyo-tuvalette,
elimde kapı kolu,
üzerimde don öylece kalakaldım.

Ordan dışarıya çıkamayacağımı anlamam sadece üç saniye sürdü. Satış sırasında bana verilen bilgiler birden canlanıverdi zihnimde: “Evin sadece giriş kapısı değil tüm kapıları çelik iskelet üzerine oturtulmuştur, iç cephede kullanmamıza rağmen bu kapıları güvenliğiniz için özellikle seçtik.”

O zamanlar iki yüz seksen beş dairelik yirmi üç katlı blokta oturan üç kişiydik ya da ben öyle sanıyordum çünkü sonradan diğer iki kişinin aslında çift daire kullanan bir muhasebe ofisi olduğunu öğrendim.

Şimdi size orda neler olduğunu anlatacağım.

Cumartesi

Şakınım. İlk tepkim sakin ol. Nefes al. Kafanı toparla.
Telefon içerde. Siktir.

En erken kim arar? Bilmiyorum. Hafta sonu kimse beni aramaz. Eşimden ayrıldım. Belki oğlanı alayım diye arar. Arar ve fakat sonra n’apar ki açmayınca? Küfür edip kapatır. Başka kim arar? Biri var. Merak eder, arayamaz. Ama başka kimse aramaz. Telefon çözüm değil. Düşün. Etrafında ne var?

Yine de kapıyı zorluyorum. Omuz atma. Tekme atma. Klozetin üstüne çıkıp kapıya atlama. Nefesim kesiliyor. Klozete oturup biraz dinleniyorum. Düşün… Bağır! Bağırıyorum.

Diyaframdan bağırıyorum. Tiyatro kurslarında öğrendiğim gibi bağırıyorum.
Askerde 300 kişilik bölüğüme içtima alırkenki gibi bağırıyorum.
Eski eşimle kavga ederkenki gibi bağırıyorum.
Motorda deli gibi sürdüğüm zamanlardaki gibi bağırıyorum.
Sinirden gözlerimden yaş gelen kavgalardaki halimi hatırlayarak bağırıyorum.
Sarhoş olup balkona çıktığım zamanlardaki gibi bağırıyorum.
Beni arayamayana sana aşığım der gibi bağırıyorum.
Bacağım dağlandığında, göğsüme bıçak yediğimde, en yakın dostum tek bacağı kesildiği halde öldüğünde, sana aşığım diyen kız kendini astığında, 160 km ile onlarca takla atıp da tepetaklak araçtan sağ çıktığımda, boğulduğumda ve yine hayata döndüğümde, bir zamanlar gittiğim tüm konserlerde coşkuyla şarkılara eşlik ettiğimde ya da en çok da yine beni arayamayan kadının yanımda olduğu her anda bağırdığım gibi bağırıyorum.

Sesim çıkmıyor yani… bi süre sonra. İşe yaramıyor…

Ne kadar geçti ki zaman? Bilmiyorum. Gün ışığı almıyor ki burası… Sıcak sanki… Kış ortası. Bi havlu paneli var ortamda. Vanadan kapatıyorum.

Klozete oturup biraz dinlenmeliyim. Sesimin kısılmak üzere olduğunu farkediyorum. Sesim çıkmazsa yardım çağıramam ki. En azından işeyip sıçabileceğim bir ortam var diye gevrek gevrek gülüyorum sonra. Sonra aynada kendimi görüyorum: Bok gibiyim.

Bok gibiyim tanımına en çok kendim gülüyorum. Sanki başkaları da gülüyormuş gibi gülüyorum. Biraz sonra gülüşlerim kahkahalara dönüşüyor. Kahkahalar seramiklere çarpıp sekiyor. Sekerek azalıyor kahkahalar.

Derin iç çekişlere dönüşüyor: Dışarı çık. Dışarı çık. Dışarı çık. Dışarı çık. Dışarı çık.

Uzun zaman önce altı yaş civarlarında bir dolap arkasına saklandım ben. Önüme ütü masasını çektim ve karanlık odada o aralıkta çömelerek beni bulmalarını bekledim. Benim ortadan kaybolduğumu anlamaları uzun zaman aldı. Zaman algım ne kadar varsa o kadar uzun zaman aldı işte. Yani sonsuzluktan bi tık geride…

Sonra sesleri duydum beni çağıran yine de çıkmadım kuytumdan. Sonra ev ahalisi sırayla odaya geldi dip köşe beni aradı. Işıklar yandı. Benim kuytu aralığına kafalar girdi de yine de görmediler beni.

Görmediler. Gözlerimin içerisine bakacak kadar yanıma geldiler de görmediler. Fısıldayarak seslendiklerinde nefeslerini duyabileceğim kadar yaklaştılar da görmediler. Ağladıklarında gözyaşları ayaklarımın dibine düşecek kadar çok ağladılar ama görmediler. Görememe hallerini anlardım oysa ki anlatsalardı.

Görmedikleri için fiilin görememe halli de aslında hiç yaşanmadı. Hiç yaşanmadığı için de anlatamadılar. Hiç yaşanmadığı için de görünmez olduğuma inandım ben.

O kuytuda kaskatı kesildim. Kaskatı kesildikçe yüceldiğimi hissettim. Görünmez olduğum kadar da yenilmezliğe döndüm. Taşlaştım. Çelikleştim. Duvarlaştım.

Yenilmez olduğuma ve kendi başıma adım atabileceğime ve kendi başıma karanlığı deleceğime inandığımda da çıktım o karanlıktan.

Ben çıktığımda o çocuk hala orda bekliyordu. Başı öne eğik, kollarıyla dizlerini sarmış, çömelmiş ve ağlıyordu. Bir an daha farkettim onu. Ve göremez oldum. Ve çıktım.

Klozete oturmuş kollarımla bacaklarımı sararken ve kafamı öne eğmiş halde o çocuğu düşünürken buluyorum işte kendimi. Amman ne ironik. Amman ne acıklı. Oysa ki o çocuk çoktan ölüp gitti. Sen ölmeyeceksin!

Aynaya tekrar baktığımda hemen yanındaki havlu asma kolunu görüyorum. Havlu asma kolu gözümün önünde bir çeşit manivelaya dönüşüyor sonra. Ayağa fırlıyorum ve duvarla birleştiği yeri tekmelemeye başlıyorum.

Yaklaşık bel hizasında bir yere tekme atmaya çalışmak oldukça zorluyor beni. Ard arda gelen tekmelerle vidalar gevşemeye başlıyor. Hafifçe uzaklaşıyorum ve o büyük final tekmem için vücudumu yay gibi gerip olanca gücümle yandan bir tekme savuruyorum. Ne var ki havlu kolunu ıskalayıp, havayı delen tekmem sonucunda boş bulunup sert zemine, götümün üstüne düşüyorum.

Kalçamdan beynime fırlayan keskin acı, acının verdiği ani dönüşle belime giren kramp bir olup yere seriyor beni. Fayans zemine suratımı dayayıp dişlerimi sıkarken bir elim götümde diğeri belimde yerde kıvranıyorum bi süre. Bi süre kıvranıyorum kıvranmasına ama hala geçmiyor o acı.

İşte ayağa kalkmayı denediğimde anlıyorum gerçekten kalıcı bir sorun olduğunu. Sağ ayağımın üstüne basamıyorum, bastığım anda parmak uçlarımdan tüm omuriliğim boyunca ışık hızında yol alan bir ağrı gözlerimi karartıyor çünkü.

Yine de ellerimle kanırta kanırta alıyorum o havlu kolunu. Elimde yep yeni manivelam kapıya doğru sekerken ensemden yukarıya yükselen bir basınçla her yer kararıyor ve kafam sert bir şeye çarptığı anda da dünya duruyor.

Leave a Comment